Gazeteci/Müzisyen Onur Uz, pandemi sürecinde sosyal medya ile ilişkimiz ve öğrendiklerimizi mercek altına aldı.
Mart ayında, küresel anlamda ülkeler birer birer sınırlarını kapamaya başladığında, covid-19 enfeksiyonlarındaki artışlar zirve yaparken, her birimizin aklında belki de şu ortak soru vardı: “Şimdi ne olacak?” İşte bu sorunun ardında yatan endişelerin belki de en büyüğü, sosyal yaşantımızı kaybetme korkusuydu. İşimiz, ilişkilerimiz, eğlencemiz, bir haftada fiziksel sınırlar ve yasalarla duraksarken, ‘sosyallik’ temasının yavaş yavaş değişime, daha doğrusu bir devinime uğraması kaçılınmazdı. Nitekim öyle de oldu, hayatımızın zaten önemli bir ‘yansıması’ olan sosyal medya, dünyayla olan fiziksel iletişimimize olan hasreti gidermek için alternatif yollar sunmaya başladı.
Marttan bu yana üç ay geçti, sabırlar tükendi tükenecek derken uluslararası çapta dükkanların kepenkleri açılmaya, insanlar sokakta yine tamamen olmasa bile en azından karantina yasaları altında olmadan gezebilmeye başladı. Mart-nisan arası gerek ulusal medyada, gerekse de sosyal medya üzerinden yaptığım ve katıldığım her yayında belirttiğim bir nokta vardı; bu süreçte insanlık olarak verdiğimiz mücadele aslında bir nevi ‘hayatta kalma’ mücadelesiyle oldukça benzer. Her canlının tehdit altında geliştirdiği ve yaşama tutunmak için çevresindeki seçenekleri değerlendirdiği eylemlerin tümüdür aslında hayatta kalma mücadelesi. İnsanlığa baktığımızda pandemi ve sosyal medya kullanımı ilişkisi de bizler için bir nevi ‘hayata tutunma mücadelesi’ olarak yeniden şekillendi desem ne dersiniz?
Zoom üzerinden yapılan iş toplantıları, FaceTime’da saatleri bulan görüşmeler, YouTube ve Instagram gibi görsel medya platformlarına müziğini, sanatını taşıyan yaratıcı bireyler… Yaşadığım şehir olan Londra’da, özellikle sanat camiasında online yapılan elemeler (audition), açık mikrofon temalı sanatçıların kendilerini gösterebilecekleri sanal gösteriler ve daha birçok yaratıcı alternatif, sosyal medya ile olan ilişkimizi bir üst raddeye taşırken, bir diğer yandan da düşündürmedi değil. İnsanların birbirine dokunmaktan, sarılmaktan çekindiği şu dönemde, pandemi travmasını atlatma sürecinde, sosyal medyanın verdiği ‘güven’ daha bağımlısı haline geldiğimiz rahatlık alanına dönüşmüş durumda. Kısacası bana göre pandemi sürecinde edindiğimiz sosyal medya alışkanlıkları aslında geçici. Süreci rahat atlatmaya çalışırken ve biraz bardağın dolu tarafını görmeye çalışırken, yardımımıza koşan bir platform oldu. Tabii resmin geneli bu kadar da olumlu değil. Geçtiğimiz ay Harvard Üniversitesi’nin yayınladığı “Yanlış/Eksik Bilgiyle olan Savaşımız” adlı yazıda, aslında savaşımızın sadece bir virüsle değil, aynı zamanda sosyal medya ile yayılan, kaynağı belli olmayan veya şüpheli olan bilgilerle de ciddi bir savaş verdiğimizin altı çizildi. WhatsApp’tan yayılan o uzun mesajları hatırlarsınız belki: “Bir doktor arkadaşımın dediğine göre…” şeklinde başlayıp, medikal/tıbbi önerilerde bulunan mesajlar, komplo teorileri, öngörüler, spiritüel/kişisel gelişim bazlı tahminler, liste uzar da gider. Bir anlamda gerçeğin belki de binlerce farklı yansımasının olduğu bir durumla karşı karşıya kaldık. Sürekli belli bir rekabet içerisinde olan ulusal medya ve sosyal medyanın çeliştiği noktalarda saf almaya başladık. Sonra birden, belki de tarihte bu kadar görünür olarak ilk kez Facebook, Twitter, Instagram gibi büyük platformlar gönderileri izlemeye başladı. Kendi kurallarına ve ana hatlarına göre, gönderileri sansürlemeye/silmeye başladılar. Yavaş yavaş kendimize sormaya başladık: “Sosyal medya şimdi ne kadar sosyal?”
Asılsız bilginin ve kaynağı belirgin olmayan gönderilerin içselleştirilmesi yönünde bir meşrulaştırma yapmak doğru olmaz, ancak sosyal medyanın ‘alternatif’ doğası, bu pandemi sürecinde de büyük bir sınav veriyor gibi geliyor bana.
Beklenmedik bir dönemden geçiyoruz, ekranlarımıza gelen bilgiye inanıp inanmamak bize kalmakla beraber, bireysel olarak gücümüzün daha da arttığı bir dönemdeyiz. Sosyal medyada yaptığınız her bir yorumun, beğendiğiniz her bir gönderinin ‘sosyal iziniz’ haline geldiğini unutmayın. Bu gücü iyi kullanalım. Bazen, bazı soruların cevapları kesin olarak ‘evet’ veya ‘hayır’ olmaz, zaman gösterir. İnanıyorum ki, şu an sosyal medya ve pandemi ilişkisinde o dönemdeyiz, silkelenme ve eski yaşamlara geri dönme sürecinde ‘yeni normal’e alışırken, siz de bu süreçte sosyal medya üzerinde nasıl bir değişime/devinime uğradığınızı test edebilirsiniz. Ufak bir örnek çalışma sunayım size mesela:
20 Mart 2020 tarihinden itibaren, sosyal medyada takibe aldığınız web siteleri, influencer’lar, YouTube kanalları, gazeteler, ulusal/alternatif medya platformları gibi kaynakları kronolojik olarak bir sıraya dizin bakalım. Sonra, bu kaynakların içeriklerine bakın. Ardından bu içeriklerin verdiği mesajlardan yola çıkarak aşağıdaki soruları sorun kendinize:
- Bu içerik beni mutlu ediyor mu?
- Bu içeriğin beni entellektüel açıdan zenginleştirdiğini düşünüyor muyum?
- Bu içerik kafamda şekillenen fikirlere tam kaynakça oluyor mu?
- Bu içerik beni endişelendiriyor mu? Bilgiden ziyade bende korku hissi mi yaratıyor?
- Bu içerik beni eğlendiriyor mu?
- Bu içerik bana yeni bir yetenek katıyor mu veya bir yetiyi deneme isteği veriyor mu?
Karşılaştırmalarınızda pandemi ve sosyal medya ilişkinizdeki anahtar noktaları bulmanız çok mümkün. Verdiğiniz cevaplara göre de sosyal medyayı en düzgün ve üretken bir şekilde kullanmanız yolunda sizi çeken kaynakları daha net görmeniz mümkün olacaktır.
İnsanlığa, topluma, doğaya ve dünyamıza hayırlı olacak bir yaz sezonu olması dileğiyle, Londra’dan selamlar, sevgiler!