BİLGİ’nin kurulduğu ilk günden bugüne kadar tanıklık eden Prof. Dr. Aydın Uğur ile sohbet ettik.
İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin temellerini atan, bir dönem rektörlük görevini de başarıyla üstlenen Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Aydın Uğur, “Bir tür yeryüzü cenneti” dediği BİLGİ’nin kuruluşunu ve bugünlere gelişini anlattı.
Sizinle sohbetimize en baştan başlamak istiyorum. Neden Saint-Joseph Lisesi? Fransız Lisesi’nde okumayı siz mi istediniz?
İnsan kendi lisesini kendi seçemiyor. On bir yaşlarındaydım. Bir itirazım olmadı. Biz Nişantaşı’nda oturuyorduk, Saint-Joseph Kadıköy’deydi. Kolay değildi gidip gelmek. Köprü yoktu o zamanlar. Her sene okula alınan 90 çocuğun 50’si yatılı öğrencilerdi. Ben de yatılı okudum. Yatakhaneler 60 kişilikti. İlk gece ışıklar kapandığında yatakhanede 40’ı yorganı başına çekmiş vaziyette ağlıyorsa 20’si de ne halt edeceğini bilmiyordu. Sekiz seneydi oradaki eğitim. İki sene zorunlu hazırlık vardı. Şu an size anlatması komik gelecek kadar ilginçti. Başka bir dünyanın disiplini, başka bir dünyanın ilişki tarzı vardı.
Ben de yatılı okudum hocam. Anlayabiliyorum.
Orası diğer yatılı okullardan çok başkaydı. Konuşmaya başlamak için, oturmak için izin alındığı, yemekhaneye sırayla girilip ayakta durulduğu, koridorunda herkesin üçüncü karodan yürüdüğü… Sanıyorum o dönemde Saint-Joseph olumlu olumsuz taraflarıyla en disiplinli okuldu. Olumsuz tarafları da vardı. 20 yaşındaki adamı yazın akşam saat dokuza çeyrek kala yatırırlardı. Dışarıda hala gün aydınlıkken.
Lise sonrası…
Lise sonrası kısma ben daha hakimdim. Mülkiyeyi düşünüyordum. İlk sene İktisat oldu. Bir sene dershaneye gittim. Anne ve babam Ankara’daydılar. Oraya gidince ODTÜ diye bir yer olduğunu gördüm. Arkadaşlarımdan bazıları ODTÜ’de mühendisliğe girmişlerdi. Ben teknik üniversite olduğu için orada sosyal bilimler olduğunu bilmiyordum. Arkadaşlarım “Burası güzel. Gel de bir gör” dediler. Gittim baktım gerçekten bambaşka bir dünya. Papaz okulunun cenderesinden sonra Amerikan eğitim tarzı iklimindeki ODTÜ’den etkilenmiştim. Girdim kazandım sınavı. İktisat ve İstatistik Bölümü’nü okumaya başladım. İkinci senede İktisat’ın düşünme araçlarını sevmemeye başladım. Belli ki ben insan ilişkilerinin, özlemlerinin, değerlerinin üstüne gidilen bir araştırma ortamını daha çok seviyormuşum ki kantitatif, sadece modellemeler üzerinden bakan bir dünya, kar amacından ibaret bir hedefleme beni kesmedi. Bu yüzden -belki de haksızlık ederek- İktisat Bilimi’nden soğudum.
Ne yaptınız peki?
Sosyoloji’ye doğru kaydım. Sosyoloji ve Siyaset Bilimi’nden dersler aldım. Okulu bitirdikten sonra da “İktisat yapmayacağım” dedim. Ekonomik Antropoloji diye bir şey vardı, “Bari o tarafa doğru kayayım” dedim ve Fransa’ya gittim… Paris’te bulunan Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales’te doktora çalışmalarına başladım. Yani gecekondu kültürü üzerine çalışacaktım. Şu an çok yaygın olarak çalışılan literatürdeki “Popüler kültür” lafı o zamanlar yoktu.
Beklediğiniz gibi bir doktora süreci yaşadınız mı?
Ben hiçbir başka ülke deneyimini orada edinemedim. Bu konuyu işleyecek ne destek ne kişi ne de literatür vardı. Doktorayı bıraktım. Bir tür düşük yaptım. Çok kötü oldum. Sonra Ankara’ya döndüm. Yine arkadaşlarım, “Sen orada doktorayı bıraktın ama bir şeyleri öğrenmişsin. Öğrendiklerini burada alacak bir yer var” dediler. O yer Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ydi. Paris’te Frankfurt Ekolü’nü çok çalışmıştım. Rahmetli Ünsal Oskay Ankara Üniversitesi’nde benim okuduğum konuyu çalışıyordu. Ben orada önce doktoraya girdim. Sonra Ünsal Oskay’ın ilk asistanı oldum.
Birçok kişinin tanışmayı, dersini almayı istediği hocalardandı Ünsal Oskay…
Evet. Çok renkli, ilginç biriydi. Orada on yıla yakın kaldım. Ben İstanbul’da doğup büyüdüğüm için İstanbul’un benim üzerimde hep bir cazibesi vardı. Bu yüzden yeni kurulan Marmara Üniversitesi’nin Fransız diliyle eğitim yapan Siyaset Bilimi Bölümü’ne geçtim. Çok küçük ama cennet gibi bir yerdi. Eğitim Tarabya’da Fransızlar’ın tarihi yazlık bir konağındaydı. İçinde daha kalorifer ve mobilya bile yoktu. Ferhat Kenter, Ali Bayramoğlu, Ali Vahit Turan… Başımızda da Prof. Dr. Yaşar Gürbüz vardı. O da ODTÜ’de bir zamanlar dekanlık yapmış biriydi. Orada civcivlikten piliçliğe geçtik. İstediğimizi yapabildik. Bence çok şanslı olduğumuz bir dönem yaşadık. Oradan, burada şu an çalışan birçok talebem var. Şu an müzik bölümünün başındaki Tolga, benim oradaki öğrencimdi. İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Halil Nalçaoğlu da master tezini benimle yapmıştı.
Akademiden hariç bir iş yapmayı düşündünüz mü hiç?
Hayır. Doktora üçüncü sınıftan sonra “Benim işim kitaplarla, okumayla ve yazmayla olsun”a karar verdim. Bunun için ya edebiyatçı olacaktım ya da akademide ilerleyecektim. Edebiyatçı olma cüretim, cesaretim yoktu. Şüphem de vardı yeteneklerimden. Kaçtım belki de edebiyattan ve bu tarafa geldim. Bu tarafta da çok mutlu oldum. Çoğu insana nasip olmayan bir şekilde, hobi olarak yapmak istediğim şeyi ben işim olarak yaptım. Bir de para kazandım.
BİLGİ ile yollarınız nasıl kesişti?
Bir gün Marmara Üniversitesi’nde otururken bir dönem bizim de rektörlüğümüzü yapan Prof. Dr. Lale Duruiz geldi. Yanında genç bir adam vardı. “Yeni bir şey yapacağız” dediler. Henüz adı yoktu. Yıl 1995. O zaman çok az para kazanıyordum. Çocuğum olmuş. Onun neredeyse bez parasına yetecek kadar… Bana, “Sen gel orada İletişim Fakültesi’ni kur” dediler. Yeni bir şey ama Marmara’da da bölümü sıfırdan kurduğumuz için imkansız olduğunu düşünmüyordum. Gözüm karalaşmış. Zor olacağını bilsem de Lale’ye güvenim ve yanındaki genç adam -adı Oğuz’muş sonradan öğrendim- gözümü çeldi. Peki dedim. Çalışmaya başladık. 1996’da ders verdim ve 1997’de Kurucu İletişim Fakültesi Dekanı olarak devam ettim. Fakültenin bütün dersleri ve programını 2-3 arkadaşla birlikte tasarladık. Sekiz yıl dekanlık yaptım. Bu yüzden “BİLGİ adlı çorbanın içinde bir kaşık tuzum vardır” diye düşünüyorum. Bu da insana iyi geliyor. Bir hayalin cisme dönüştüğünü görüyorsun. Şimdi 20 bin öğrencisi ve 1000’e yakın öğretim üyesi var. Adı var. Türkiye’de bir sürü sosyal meselenin daha enine boyuna tartışılmasına yardımcı olan bir kurum oldu.
Kuruluş aşamasında bu günleri hayal etmiş miydiniz?
BİLGİ’nin kurulması sırasında birbirinin dilinden çok iyi anlayan, aynı üniversite özlemini paylaşan, aynı fikir etrafında buluşan çekirdek bir ekip vardı. Güç veren bir birliktelikti. Ama insan öyle 20 yıl burada olacağını falan düşünmüyor o zamanlarda. O zaman bile “Hayat, sen planlar yaparken başına gelenlerdir” cümlesinin anlamını biliyordum. Bir de çalışmaktan başka bir şey düşünecek zamanımız da olmadı. Önce Baltalimanı’nda bir bina, sonra ikinci bina, sonra yurtlar, sonra Maslak’ta bina, Maslak’tayken Kuştepe, Kuştepe’de ikinci bina, ardından Sıraselviler, sonra Dolapdere’de birinci, ikinci bina ve buraya taşınma, büyüme… Soluk alacak vakit olmadan hep ileriye gidildi. Yepyeni programlar yapıldı. Henüz adı Türkiye’de duyulmamış alanlarda bölümler açıldı. Birçok dersin adını ilk kez biz koymuş olduk. Görsel İletişim Tasarımı Bölümü’nü kurduğumuzda dünyada sadece birkaç yerde vardı. BİLGİ’nin başından beri devam ettirdiği bir aykırılık çizgisi vardı. Sıradan bir üniversite olmamak ama buna karşılık da eğitimden uzak lay lay lom bir eğitim kurumu olmamak. Bunun yanında öğrencilerin soluk alabileceği bir yer ve hocaların önüne herhangi bir sansür konulmayacağı bir tür yeryüzü cenneti… İnsan sakınıyor. Her bir köşesiyle ilgili hafızamda anılar var. Elimizde büyüdü. O yüzden herkesle olmayan bir ilişkin oluyor.
Nasıl bir yer BİLGİ? Diğer üniversitelerden farkı ne?
Burası bir sürü disiplinin tesadüfen yan yana geldiği bir yer olmadı. Buranın vizyonu, misyonu tasavvur edildi. Bütün üniversitenin her noktasında aynı anlayışın aynı paradigmanın hakim olmasına gayret edildi. Bu hala devam ediyor. Dikkat edin. Hocaların title’ı kapılarda yazmaz. Profesör, doçent diye bir ayrım yoktur. Yemekhanelerde herkes aynı yerde yemeğini yer. Ben Ankara Siyasal’ı bilirim. Profesörlerin odası ayrıydı. Doçentler, asistanlar giremezdi oraya. Hiyerarşi vardı. İstanbul Üniversitesi daha felaket. BİLGİ kurulurken bu tür bir ilişkiler tipini reddetti. Hem öğrenci hoca ilişkisinde hem hayatla kurduğu ilişkide. BİLGİ başından itibaren dışarıya özenle baktı. Toplumla göz göze tabiri caizse diz dize olmaya çalıştı. Fildişi kule içinde kendi işinden burnunu kaldırmayan bir tavır içinde olmadı. Birçok sosyal sorumluluk projesi içinde yer aldı.
Burada hocaların kapıları öğrencilere sahiden açıktır. Mahsuscuktan değil. BİLGİ bana göre açık kapı, açık zihin, açık kitap, topluma açıklık anlamına geliyor. BİLGİ’ye gerçekten bir sıfat gerekiyorsa, “Dışına ve içine açıklık”tır.
Benim BİLGİ’de en çok şaşırdığım şey hafta sonları BİLGİ’ye geldiğimde aileleri bahçede piknik yaparken görmek oluyordu.
Aynen öyle. Akşam da burada ışıklar sönmez. Master ve doktora dersleri devam eder. Burası hep açıktır. Hocalık, kişilik ve zihin ebeliği yapar
Öğrencilerle anılarınızı da merak ediyorum. Çok hikaye vardır sizde.
Benim şansım 20 kişilik sınıfta da yaklaşık 300 kişilik sınıfta da hocalık yapmaktı. Dolapdere’deki o kalabalık amfilerde insanın mesleki bir iddiası da oluyor. “Yoklama almadan ne kadar adam tutabilirim içeride” diye. Ben çok memnundum devam eden öğrenci sayısından ama küçük atraksiyonlarım da vardı. Kendime göre bir müzik bulmuştum. Söylemiştim sesleri ayarlayanlara ben gelmeden beş dakika önce o müziği açın diye. O benim sinyal müziğim ufak bir oyun olurdu. Hocalık iki şeyi bir arada istiyor. Çok dinlemeyi ve onda olduğunu hissettiğin şeyi onun dillendirmesine yardım etmeyi. Hocalık sanıldığı gibi olmayan bir şeyi kafaya katmaz. Var olan bir potansiyeli ortaya çıkarmasına yardım eder. Kişilik ve zihin ebeliği yapar. Benim kendi öğrenciliğimden hatırladığım bütün şeyler kendi çalışmalarım. Bazı hocaları çok sevmişim ama hiçbir şey hatırlamıyorum. Bana göre iyi hoca, öğrenciyi takip eden, izleyen ve onun içindekinin ortaya çıkması için onun elinden tutan hocadır. 300 kişide bunu yapamadığın zaman dikkati düşürmeyecek kadar soluklanma anları koyman lazım derse. Kolay değil iki saat ardı ardına lafları birilerinin anlatması ve öğrencilerin dikkatinin dağılmaması. O yüzden araya hem tekrarlar koyarsın hem de herkesi gülümseteceğini varsaydığın ve daha çok kendini örnek vereceğin yanlışlıklar öykülerini anlatırsın. Çocuklukların yanlışlıklarını anlatmak kolay ama kendi enayiliklerini, yanlışlıklarını, bir konuyla ilgili düşünce hatalarını paylaştığın zaman çocuklar “Aa ben de öyle yapıyorum” deyip rahatlayabiliyorlar. Onu yapabildiğimi sanıyorum. 20-25 kişilik gruplarda öteki türlü hocalık yapıyorum. Mesela birinci sınıflara 15-20 sayfalık paper yazdırıyoruz. Sayı az olunca yakından takip edebiliyoruz. Yazdığı şeylerden çok parlak olduğunu bildiğim bir öğrenci -hala burada- yazarken çok güzel düşünceler kuruyor ama sınıfta soru sorunca ağzını açamıyordu. Dönüp, “Sen ne diyorsun dediğimde” put kesiliyordu. Ona da hep söyledim, “Burası hata yapma yeri. Bir adam marangozluğu anında öğrenmez. Bir süreç gerekir. Hata yap. Konuş Allah aşkına” diye diye şu an kulüp başkanı oldu. Türkiye’deki eğitim sisteminden dolayı öğrenciler hata yapmaktan deli gibi korkuyor.
Çok özür dileyerek söylüyorum ama bunda hocaların da etkisi yok mu?
Öğrenciler hata yaptığında terslemeseler öğrenciler de bu kadar korkmaz hata yapmaktan.
Evet, evet dalga geçiyorlar. İşte bu kötü hocalık! Hatta bana sorarsan bildiğin mesleğe ihanet bu. Mesela ben sınıftan öğrenci çıkardığımı biliyorum ama genellikle “Sen sınıftan çık” dediğim adam için bütün sınıf da içinden “Çıksın şu” diyorlardır. Fakat bunu yaparken öğrencinin onuruyla hiç oynamadım. Öyle bir hakkımız yok. Bir de gerçekten onların bir şeyleri bildiklerine, yapabileceklerine, söyleyebileceklerine inanıyorum. Böyle olunca o elektrik öğrenciye geçiyor. Bunu da kendi oğlumdan öğrendim. Beş yaşındayken anaokuluna birlikte gittiği ve çok sevdiği bir arkadaşı vardı. Bir gün yolda bizim önümüzde birlikte yürüyorlardı. Arkadaşı dönüp “Can sen bu konuda ne düşünüyorsun” dedi. Hiç birimiz o arkadaşı kadar bizimkinin bir fikri olabileceğini düşünmedik. Ona fikirleri vermek, öğretmek üzerine uğraştık hep. Onun fikri olabileceğini yanındaki kadar düşünemedik.
Röportaj: Pınar Karahan