Avrupa Birliği alanında Türkiye’nin önde gelen uzmanlarından ve BİLGİ Uluslararası İlişkiler Bölümü akademisyenlerinden Prof. Dr. Emre Gönen, 2000’li yılların başından beri BİLGİ’de ders veriyor. Gönen, BİLGİ’de değişen çok şeyin olduğunu fakat kurum kültürünün hiç değişmediğini söylüyor.
BİLGİ Uluslararası İlişkiler Bölümü’nün en karakteristik yüzlerinden biri Prof. Dr. Emre Gönen… BİLGİ’ye 2000 yılında gelmiş ve Avrupa Birliği alanındaki birikimini fakültesine taşımış. Tam bir kitap tutkunu, seyahat ettiği her yerde sahaf geziyor ve “Çok sevdiğim kitapları okuyup anlatmam için bana para veriyorlar” diyor.
Emre Hocam, BİLGİ’ye ne zaman geldiniz? O günden bu yana neler değişti, dönüştü?
Aslında değişmeyen şeyler var. BİLGİ’de sevimli ve insanların mutlu olduğu bir üniversite ortamı vardı, o pek değişmedi. BİLGİ’yi BİLGİ yapan da bu bana sorarsanız.
BİLGİ’de çalışmaya 2000 yılında başladım. O günlerde Galatasaray UEFA Kupası’nı almıştı ve ortamda büyük bir sevinç vardı. O tarihte üniversitede full-time çalışmayı çok düşünmüyordum. Kalkınma Vakfı’nın Genel Sekreteriydim ve yeni bir perspektif arıyordum. İlker Turan hocamız Rektörlük yapıyordu ve bana AB konusunda bir master programı hazırlamayı teklif etti. “Hadi bakalım” diye başladık ve şu anda 16. yıldayız. O zamanlar Kuştepedeki kampüsteydik. Kampüs dediğimiz iki bina bir avludan oluşuyordu ve her katta bir fakülte vardı. Herkesin herkesi tanıdığı butik bir sosyal bilgiler üniversitesiydik.
2000-2004 yılı arasında BİLGİ inanılmaz bir şekilde beyin göçü yaşadı. Pek çok isim BİLGİ’de çalışmak istedi ve BİLGİ yeni isimleri bünyesine kattı. Bu isimlerin çoğu da halen aramızda. Bu, beklentilerimizin ötesinde bir başarıya dönüştü. Şöyle düşünün hiç kimsenin bilmediği bir üniversite açıyorsunuz ve arkanızda herhangi bir sanayi grubu yok. İyi üniversite olmak şiarıyla yola çıkıldı ve başarıldı. Bu çok değişik bir örnek. Zannediyorum ki bu süreç hiç kimsenin zannetmediği kadar hızlı gelişti.
İkinci senemde şimdi olmayan Dolapdere’deki ilk kampüsümüzü açtık ve çok da mutlu olduk. Bu bizim iftihar meselemiz gibi bir şeydi. Herkesi götürüp gezdiriyorduk. Öğrenci sayıları da artmaya başladı. Ben girdiğimde 5 bin civarı öğrenci vardı. Bu “6 binde mi kalsın yoksa 8 bine kadar çıkabilir miyiz” tartışması içindeydik. 2009’lara gelindiğinde bu sayı 9 binlere kadar çıktı. Bu miktarı da düşünerek isteyerek planlamadık aslında, bu artış BİLGİ’nin çekiciliğiyle gerçekleşti. Sonrasında santralistanbul yatırımlarımız başladı ve BİLGİ’nin kapasitesi çok gelişti. O sırada Laureate ile görüşmeler yapıyorduk ve burada bir ortaklık doğdu. Ortaklık bir takım sorunları beraberinde getiriyor ama biz tüm sorunları atlattık. Burada bir BİLGİ’lilik, bir duruş, bir yaşam biçimi, kolektif insanların birbiriyle dayanışma içinde olmaktan hoşlanması gibi son derece sağlıklı bir durum var.
“Değişmeyen BİLGİ’nin bir karaktere sahip olması”
Laureate döneminin kurumsallaşma dönemi diyebiliriz. Önce bu işi yapabilir miyiz diye ciddi bir araştırma yaptılar. Sonra bunu yapabileceğimize karar verdiler. Kendi kendimizden memnun olmak çok zor bir şey değil. Ama bunu tanınmış kuruluşun onayından geçirmek esas hedefimiz. Son derece iddialı hedefler konuldu. Çok kısa zamanda çok önemli bir sayıya ulaştık. Meslek yüksekokulları aracılığıyla büyüme hedefleri vardı. İlk yıllarda çok başarılı gibi durmasa da daha sonra çok ciddi performans sağladık. 6 yılda öğrenci sayısı yüzde 250 arttı. Bu çok kolay hazmedilecek bir şey değil. Yeni fakülteler açıldı, açılan bu yeni fakültelerin büyümesi çok kolay değildi. BİLGİ sosyal bilimler üniversitesi olmanın çok önüne geçti. Zannediyorum yakında tıp fakültesi de açılacak. Bir takım alanlarda iyi olunabilir ama diğer konularda bu uzmanlığı korumak kolay değildir. BİLGİ çok değişti, değişmeyen BİLGİ’nin akademik durumu. Değişmeyen BİLGİ’nin bir karaktere sahip olması. Her kurumun karakteri yoktur. Karaktere sahip olmak da her zaman iyi bir şey değildir. Çünkü kötü bir karaktere de sahip olabilirsiniz.
BİLGİ yola iyi insanlarla başladı ve öyle devam ediyor. Çok büyümesine rağmen çekiciliğini ve dünyaya açıklığını hiç yitirmedi. Başımıza çok şey geldi ama hepsini atlattık. Çünkü işler iyi giderken kurumların ve sistemlerin sağlamlığını test etmek kolay değildir. Kriz anlarında bunu test edebilirsiniz.
Türkiye’yle birlikte biz de çok çeşitli krizlerden geçtik. 2001 krizi ilk akla gelenlerden. Normalde maaşlarınız bankaya yatar ve gider bankadan çekersiniz. O dönemde bankamatiklerde para yoktu ve Serhan Bey bürosunda herkesin maaşını elden ödemeyi başardı. Bu başka yerlerde çok büyük sorun oldu. Ama bizde olmadı. Bu ciddi bir iyi niyet ve sahiplenmenin sayesinde oldu. BİLGİ, yola iyi başladığı ve geleneklerine değer verdiği için bu noktaya gelindi.
BİLGİ yıllar içinde büyüdü ve öğrenci sayısı arttı. Bu sayı artışı eğitim kalitesine nasıl yansıdı ve hangi ihtiyaçları doğurdu?
Sadece BİLGİ değişmedi bu Bologna süreciyle dünyada ve özellikle Avrupa’da yükseköğretimde korkunç bir geçişgenlik oluştu. Benim BİLGİ’de çalışmaya başladığım dönemde her sınıfta iki üç yabancı öğrenci olurdu. Türkiye Erasmus’a henüz dâhil edilmemişti. Yine şu anda her sınıfın yüzde 10’undan fazlası exchange öğrencisi. Çok çeşitli ufuklardan gelen öğrencileri belirli bir düzeyde eğitme gereği var. Burada çok önemli olan değerlendirmedir. Hem kendinizi değerlendirmeniz, hem de meslektaşlarınızın ve öğrencilerinizin yaptığı değerlendirme. “Dersin hedefi neydi ne verebildi gibi” sorular çok önemli.
“İlk yüz yıl zordur”
BİLGİ olarak daha fazla kütüphane alanına ihtiyacımız var. Biliyorsunuz burası bir sit alanı. En ufak değişiklik bile çok uzun süreçler gerektiriyor ve hayli yüksek masraflı oluyor. Bütün bunları yaparken hem kendi yetiştirdiğimiz hem de buraya gelmek isteyen akademisyenlerden bir teveccüh görüyoruz. Çok iyi transferler yapıyoruz. Bu da ortaya çıkıyor. Kısa vadede işler iyi uzun vade için şimdi bir şey söylemek zor. Bir şarap üstadına sormuşlar, iyi bir şarap yapmak için ne yapmak gerekiyor diye “İlk yüz yıl zordur” demiş. Bu bir üniversite için de öyle. Gelecek yıllarda bunu göreceğiz.
Mevcut süreçte Türkiye ile AB ilişkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şu anda bir kaç katmanlı bir kriz var. Öncelikle AB’nin kendi işleyişiyle ilgili bir kriz var. AB’yi AB yapan iki sistem çok ciddi tartışıldı. Bunlardan biri Euro. İkincisi ise Schengen vizesiyle, iç sınırlarda kontrol olmaksızın kişilerin ve malların serbest dolaşması. Bütün bunlar AB’nin genişleme politikasını da masaya yatırdı ve kendini sorgulama sürecini beraberinde getirdi. Zengin bölgelerin fakir bölgelerden ayrılmak istemesi gibi bir süreç var. Bunun İspanya ve İtalya’da örneklerini görüyoruz. AB’nin tek başına büyük bir devlet olmayacağı baştan beri belliydi ama yine de bu hep tartışmalıydı. Yunanistan’da yaşanansa büyük bir skandal. On yıllarca devletin muhasebesinin üstünde kalem oynatarak durumu gizlemişler.
Türkiye ile Avrupa Birliği’nin ilişkileri hiçbir zaman pek normalize olmamıştır. Gümrük Birliği ile sorunların çözüleceğini düşünmüştük ama sonrasında Kardak Krizi çıktı ve müttefik olması gereken iki ülke sıcak savaşın eşiğine geldi. ABD araya girerek krizi halletti. Fakat bu süreçten sonra AB ile olan siyasi ilişkilerimiz hiç düzelmedi.
Orta ve uzun vadede demokratik rejimlerle yönetilen ülkelerin çok daha iyi ittifak yapmaları mecburiyeti ortaya çıktı. Devletler ve hükümetler ne yapacaksa o olacak. Göçmen meselesi aşırı sağ partiler tarafından istismar ediliyor. Faşist retoriğin bir kısmını üstleniyor. “Faşist ama onun dediğinde de doğru bir şey var” gibi bir şekilde faşizmle mücadele edilmez. Bu zor bir süreç olacak ve bu süreç içerisinde AB Türkiye ilişkilerinde bir yakınlaşma olacak. Bu yakınlaşma siyasetçiler düzeyinde çok kolay istismar edilebilir.
Dünya ilerici görüşün zayıflamasının ceremesini çekiyor
Filistin halkı 1948’ten beri mağdur durumda ve bunun hiç değişmeyeceği gibi bir algı yaratıldı. Bu durumun yarattığı umarsızlık, çaresizlik ve bunu şiddete dökme eğilimi var. Bütün bunların hepsinin birden popülist bir yaklaşımla tartışıldığı bir dönemdeyiz. Dolayısıyla ortalama insanın rasyonalitesini muhafaza etmesi çok zor. Bunu söylemekten korkmayalım zor bir dönem. Alain Badiou’nun bir kaç gün önce söyledi gibi “Dünyada ilerici görüşün zayıflamasının ceremesini şu günlerde çekiyoruz.” Toplumlar çok hızlı tepki vermiyor bu zamana yayılıyor. Sosyalist sistem çöktü. Çok kötüyüydü şuydu buydu demek mümkün. Ama o bir umuttu. Pandora’nın kutusundan umut çıkmıştı. O da çıkmadığı zaman karamsarlıklarda hangi motivasyonu hissederek mücadele edeceksiniz? Muhakkak bir şey çıkar ama bu dönemde iç karartıcı bir noktadayız. Bütün uluslararası siyasi düzeydeki açıklamalar, sıkı durun korkmayın yaşamanızdan ve yaşam biçiminizden ödün vermeyin, teröre ve faşizme prim vermeyin diyor. Vermeyelim de nereye kadar ve ne yapacağız? Eskiden bir takım hedefler önerilirdi, şimdi bu yok. Zor bir dönem, kolay bir dönem olmayacak. İnsanın yaşı ve pozisyonu ne olursa olsun bir takım ilkelerden hiç vazgeçmemeli.
Bu tek tip insan yetiştirme merakı toplumun başına çok iş açtı. BİLGİ’nin özgünlüğü de belki buradan kaynaklanıyor. Çünkü bir öğrenci üniversiteye girdiği gibi çıkıyorsa o üniversitenin hiçbir anlamı yoktur. Üniversite dört yıl sürüyor ve insanın en önemli dönemini kapsıyor. Burada çocukluktan büyüklüğe geçilir. Üniversitede daha önceden edinilmiş değerler sorgulanır. Bu sorgulama başlarsa ömür boyu devam eder ve iyi bir şeydir. Kendinden çok mutlu olmayan, benim dediğim dedik demeyen, evrensel değerleri içselleştirmiş bir kurum; üniversite adını hak eden bir kurumdur. Hazırladığınız dersler, sorduğunuz sorular ve teşvik ettiğiniz araştırmalar olmalı.
Pipo koleksiyonunuz olduğu söyleniyor hocam, doğru mudur?
Yok, canım 5-6 tane pipo (gülüyor). Gençken pipo içerdim. O dönemler zaten her yerde tütün içilirdi. O dönemde her yerde sigara içilirdi. Dumandan başınız ağrırdı. Şimdi tütün kullanmak zaten çok zor bir şey. Bir de sokakta yürümek çok zorlaştı. Çünkü herkes sokakta içiyor. Bu günlerde ABD’de tütün kullanılmayan sokaklar uygulaması başlamış.
Ben pipo içmeyi epey zaman önce bıraktım. Pipolarımın birkaç tanesi duruyor, hatıra olarak sakladım. Eskiden daha sağlam bir pipo koleksiyonum vardı. Dikkat ederdim, bir pipoyu üstünden 10 gün geçmeden bir daha içmezdim. Tütünle ilişkilerim de bir hayli mesafeli. Hiçbir zaman tam bırakmadım ama sigara içmiyorum. Ara sıra kâğıt düzeltirken fenalık geliyor ve puro içiyorum. Zaten kapalı mekanlarda puro içmemiz de yasak. Dışarı çıkıp 15-20 dakika puro içemem onun da bir keyfi yok. Geçmişteki pipo tününün kokusu güzeldi.
Biraz da ilgi alanlarınızdan bahsedebilir miyiz?
Hiç boş zamanım yok çok da şikâyetçi değilim. Çok sevdiğim hobi olarak okuduğum kitapları okuyup sınıfta anlatmam için bana para veriyorlar. Ben zaten o kitapları okuyordum. Sonra sen gel bunu anlat dediler. Kitapları çok severim. Sahaf gezerim, yurtdışına gittiğimde de bütün boş vakitlerimi kitapçılarda geçiririm. Özellikle Fransızca ve İngilizce o kadar çok kitap çıkıyor ki. Kitaplar, gençlik çeşmesinden içilen su gibi.
İkinci büyük hobim müzik… Çok severek dinlerim ve yapabildiğim kadar yaparım. İstanbul Avrupa Korosu’nda söylüyorum ve buna mutlulukla zaman ayırıyorum. Aynı şekilde enstrümanla ilgileniyorum. İyi çalamıyorum ama keman çalıyorum. 50 yaşından sonra caza merak saldım. Çok iyi caz dinleyicisi iki arkadaşım var. Bizim de caz departmanımız vardı. Şu anda hala caz bölümümüz var ama daha önce bir caz konservatuvarımız vardı. Bu çok da iftihar ettiğimiz bir şeydi. Bunun acısını her zaman yüreğimde hissederim. Böyle bir yere yatırım yapması çok kolay değildi ama en yatırım yapamadığımız dönemde caz konservatuvarımız vardı en yatırım yapabildiğimiz dönemde ise caz konservatuvarımız yok. Bu benim için bir vicdan sızısı olarak kalmıştır.
Çizgi roman çok severim. Avrupa çizgi romanlarını takip ederim. Onun dışında da çocuklara yemek hazırlamayı seviyorum. Yurtdışında okuyunca yemek yapmayı öğreniyorsunuz.
Dünya mutfağından da yemek yapıyor musunuz?
Esasen Fransızlardan öğrendiğim numaraları yapıyorum. Tencere yemeği hazırlamıyorum. Çok kişiye yemek daveti verdiğim zaman fazla miktarda da yemek yapıyorum. Ama bu artık pek sık olmuyor. Eskiden çok olurdu, hep birbirimizin evine giderdik. Şimdi herkes dışarıda buluşuyor. Refahın paylaşılmasında sorunlar var ama ciddi bir refah artışı da var İstanbul’da. Dolayısıyla daha fonksiyonel çabuk ama lezzetli yemekler yapıyorum akşamları.