Geçtiğimiz günlerde “Emeritus Profesör” unvanı alan, “Hocaların hocası” olarak anılan Prof. Dr. İlter Turan ile lise yıllarında Amerika’ya gidişinden BİLGİ’deki rektörlük yıllarına kadar keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Biraz çekinerek gittiğim röportajın sonunda, “Keşke biraz daha sohbet etsek” diye düşünmekten kendimi alamadım.
Hocam öncelikle “Emeritus Profesör” unvanı almanızı tebrik etmek istiyorum.
Ben o konuda İstanbul Bilgi Üniversitesi’ne derin bir teşekkür borçluyum. Bildiğiniz gibi kişiler belirli bir yaşa ulaştıktan sonra emekli ediliyorlar ki , benim de bu fikre bir itirazım yok. Ancak, çoğu zaman birçok kurum emekli olan kişilerin kendileri ile olan ilişkilerini tamamen koparabiliyor. Buna karşılık kişilerin yine kuruma katkı yapabilmeleri, kendi alanlarında bilimsel çalışma yapabilmeleri mümkün. Üstelik sağlıklı yaşayan insanların ömrü de günümüzde uzama temayülü gösteriyor. Bu çerçevede BİLGİ bana hem emekli olmak hem de emekli olmamayı bir arada götürmek gibi bir fırsatı verdi. Üniversitede çalışmalarımı yürütebiliyorum. Hatta bir ders de veriyorum. Buna karşılık geçmişe nazaran normal bir akademisyenin yapması gereken birçok prosedürden de kurtulmuş olarak faaliyetlerimi yürütebiliyorum. Üniversite hem bu statüyü verdi hem de bunu verirken çok hoş bir tören düzenledi. Kendi bölümümdeki arkadaşların katkısıyla benim haberim olmadan bir de kitap hazırlamışlar. Bu benim için tatlı bir sürpriz oldu. Kitabın giriş bölümünde benim hayatımı anlatan bir bölüm var. Ardından mesleki çalışmalarımdan oluşan bir derleme de ortaya çıkmış. O da ayrı bir mükafat oldu. Arkadaşlarımın gösterdiği bu nezaket beni gerçekten çok sevindirdi. Çok değer verdiğim bir şey.
En başa dönecek olursak, sizin Amerika’ya ilk gidişinizi ve sonrasını merak ediyorum.
Tarsus Amerikan Koleji’nde öğrenciyken 1957 yılında Amerika’ya gittim. American Field Service bursuyla o yıl Tarsus’ta ilk defa Amerika’ya giden iki öğrenciden biri oldum. Burada yalnız lise birinci sınıfı bitirmiş olmama rağmen beni son sınıfa aldılar. 1958 senesinde California’da diplomamı aldım. O sırada benim dönüp burada da liseyi bitirmem söz konusu iken, California’daki bir profesörün telkin ve yardımlarıyla öğrenimime Amerika’da devam etme kararı verdim. Amerika’da bugün de önde gelen yükseköğretim kurumlarından Oberlin College’e başvurdum ve tam burs alarak orada okudum. Mühendis olma niyetim vardı. O dönemde Türkiye’de moda meslek mühendislikti. Fakat ben başlangıç döneminde almak durumunda olduğum İktisat ve Siyaset derslerini o kadar sevdim ki, o alanda kalmaya karar verdim. Sonrasında Columbia Üniversitesi’nde yüksek lisans yaptım. Öğrenciliğimin bir aşamasında İstanbul Üniversitesi’nde kurulmakta olan Siyaset İlmi Kürsüsü’ne İktisat Fakültesi’ne asistan olup olmayacağım soruldu. Kabul ettim ve yüksek lisansımı tamamlayarak İstanbul’a döndüm. Doktoramı da tamamlayarak asistanlığa devam ettim. O senelerde “Yardımcı Doçent” unvanı yoktu. “Doktor Asistanlık” vardı. 1970 yılında Doçent, 1976 yılında da profesör oldum. Bunların hepsi İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ndedir.
İstanbul Üniversitesi’nden sonra Koç Üniversitesi’ne geçtiniz bildiğim kadarıyla…
İstanbul Üniversitesi’nde 30 sene çalıştım ben. Bunun 20 senesi İktisat Fakültesi’ndeydi. Son 10 senesi 1979’da kurulmuş olan fakat benim 1983-84’te geçtiğim Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeydi. Sonra Koç Üniversitesi kurulurken benimle de temas ettiler. Hatta o zaman henüz okul açılmamış, yurtdışından bir rektör gelmişti. O başlangıçta Türk üniversite sistemi hakkında fazla malumata sahip değildi. Temaslar sonucunda açılış aşamasında benim de Koç Üniversitesi’ne geçmem söz konusu oldu. Orada beş sene çalıştım. Beş senenin sonuna gelirken BİLGİ de kurulmuştu. Ve BİLGİ’yi kuranlar bildiğiniz gibi İktisat Fakültesi kökenliydi. Onlar ben daha Koç Üniversitesi’ndeyken zaten benim de aralarına katılmamı istemişlerdi. Ben de sözleşmem bitmeden bunun iyi bir fikir olmadığını ifade etmiştim. Sözleşmemin bitmesine yakın 1997’yi 1998’e bağlayan yılbaşı dönemindeki bir sohbet sırasında, rahmetli Toktamış Ateş ile, -Toktamış Ateş benim öğrencimdir- “Ağabey, senin yerin asıl burası” dedi. “Peki geliyorum” dedim. 1998 Eylül ayında Rektör olarak BİLGİ’de göreve başladım.
“Yetişmemiz, memlekete hizmet şeklindeydi”
“Amerika’da kalsaydım keşke” diye düşündüğünüz oldu mu hiç sonradan?
Amerika’da öğrenci iken, yetişmemiz itibariyle katiyen orada kalmayı düşünmezdik. ‘Dönüp memlekete hizmet etmemiz lazım’ şeklinde yetiştirilmiştik. Daha sonraki yıllarda, geriye dönüp baktığım zaman orada da belki kalınabilirmiş, kişinin tercihine bağlı. Bununla birlikte ben Türkiye’ye dönmüş olmaktan mutluyum. Şunu da ifade edeyim yalnız, özellikle daha erken yıllarda hemen hemen her iki üç yılda bir Amerika’da bir üniversiteye konuk öğretim üyesi olarak gittim. Ayrıca dünyanın muhtelif yerlerinde mesleki toplantılara katıldım. Yayınlarımın büyük bölümü İngilizce’dir. Amerika ağırlıklı yurtdışı bağlarım devam etti.
Öğrenciler ve mezunlardan İngilizce’nize acayip övgüler var. “İlter Hoca İngilizce konuştuğu zaman İngilizce’nizden utanırsınız” deniliyor.
Birincisi benim yetiştiğim dönemde Tarsus’ta çok iyi bir İngilizce öğretiliyordu. Bununla birlikte ben de dile düşkün bir insanım. Dilin iyi ve doğru konuşulmasını isterim. Ve bu çerçevede Oberlin’e başladığım dönemde bir oda arkadaşım vardı. Ondan rica ettim konuşurken beni düzeltmesini. Gramerim aslında normal bir Amerikalıdan bile daha iyiydi. Bununla beraber bazı deyim ve telaffuz hataları olabiliyordu. Arkadaşım Jim Smith’in de desteğiyle bir yılda, İngilizcemde çok önemli bir iyileşme oldu. Aksanım büyük ölçüde ortadan kalktı ve deyimlere daha fazla hakim oldum. Şöyle ifade edeyim, ben dile düşkün olduğum için Türkçe’yi de fena konuşmam. Dilde en önemli şey, kelime haznesinin geniş olmasıdır. Bu da gayretle olur. Bugün bile evdeki masamın üstünde birden fazla lügat vardır. İngilizce’den Türkçe’ye, Türkçe’den İngilizce’ye ve Osmanlıca Türkçe. Çünkü ne kadar kelime hazneniz genişlese de zaman zaman bilmediğiniz kelimeler oluyor. Ya da bakıp o an için anlayıp bilahare anlamını unuttuğunuz kelimeler de olabiliyor. Halbuki iletişimde bulunabilmek için zengin kelime hazinesi çok güçlü bir araç.
BİLGİ’de hem rektörlük hem hocalık yapmış biri olarak aradaki farkı biraz anlatabilir misiniz?
Rektör olunca bürokratik işler devreye giriyor ve biraz üniversite ortamından soyutlanılıyor mu?
Öğrencilerle, hocalarla ilişkinizi nasıl düzenleyeceğiniz biraz sizin kişisel kararınızla ilgili. Ben mesela rektörlüğüm sırasında öğlen yemeklerine inerdim. Bazen öğrencilerin masasında otururdum bazen hocaların masasında. Daha göreve başlar başlamaz bütün fakülteleri ve hocaları ziyaret ettim. Bunu başkaları nasıl değerlendiriyor bilemeyeceğim ama ben görevin getirdiği yabancılaşmayı pek fazla yaşadığımı zannetmiyorum. Haliyle bir idareci ve akademik kadro arasına mesafe girebilir ama zannediyorum belirli ilkeleri korumak adına bütün arkadaşlarıma saygı göstermeye çalıştım. İnsanların dertleriyle ilgilenmeye çalıştım. Örnekler de verebilirim. Mesela üniversitenin bir hizmet bölümündeki maaşlar diğerlerine nazaran haklı olmayan nedenlerle düşüktü. Halbuki çok önemli hizmet veren bir bölümdü. Onun üzerinde çalışarak maaşları aynı seviyeye getirdim.
Bunun dışında, o zaman bazı sözleşmeler dolar üzerinden yapılmıştı. Ben göreve gelince birtakım şikayetleri göze alarak bütün maaşları Türk Lirası’na çevirdim ve yine daha çok şirketlerde kullanılan bir sistemi de ortadan kaldırdım. O da şuydu, başta bütün vergiler indirilir yüksek bir para alırsınız. Sonra aylar geçtikçe maaşınız azalır çünkü vergi kesintisi artar.
Başka bir örnek daha vereyim. Rektörlüğüm sırasında bir arkadaşımız dolar bazında yaptığı anlaşma dolayısıyla kendine yapılan ödemenin vaat edilenin altında kaldığını belirten bir mektup yazdı. Ben de muhasebeye dedim ki, ‘Yapılan ödemeleri ay be ay ve her ay başında merkez bankasının efektif kuruyla kaç para ödeme yaptığımızı bana çıkarın’. Ortaya çıktı ki arkadaşımız hem haklı hem değil. 20-30 dolar gibi aşağı bir ödeme yapılmış. Ben de bunu mektupla arkadaşımıza bildirdim ama kendisinin üniversitemiz için çok kıymetli olduğunu bildiğimi söyleyerek muhasebeye arkadaşımıza bir maaş ikramiye verilmesi talimatını verdim. Gönlü olduğunu zannediyorum. İnsanlara daima kızmadan şikayetlerine cevap vermeye çalıştım.
Türkiye’deki yaklaşık 200 üniversite arasında BİLGİ farklı bir segmentte anılıyor. Henüz 20. yılı bile dolmadı. Siz bu gelişmeyi nasıl görüyorsunuz?
BİLGİ kurulduğu zaman üniversite sayısı çok azdı. Bu bizim gelişmemizi kolaylaştıran bir ortam yarattı. Mesela bugün bu kalabalıkta kurulsaydı belki üniversiteyi şu anda bulunduğu yere getirmek çok zor olurdu. O bizim şansımızdır. Onu görmemiz lazım. Bunun yanında bu kurumu kuran arkadaşlar gerçekten birçok bakımdan sağlam bir temel oluşturdular. Mesela BİLGİ’nin bürokrasisi çok iyi bir bürokrasidir. Öğrenciye, öğretim kadrosuna hizmete dönük işini iyi yapan bir bürokrasidir. Bu birçok üniversitede olmayan bir şeydir. Sonra öğretim kadrosu açık görüşlü, özgürlükçü bir kadrodur. Hepimiz bunu muhafaza etmek için uğraş verdik. Bu bizi zaman zaman belki kamuoyunun yadırgadığı bazı toplantılar düzenlemeye de götürdü ama en son tahlilde bizim liberal, hoşgörülü havamızın topluma faydalı olduğu da zannediyorum anlaşılmıştır. Sonra BİLGİ yeniliklere daima açık olmuştur. Şöyle bir örnek vereyim, elektronik öğretim programlarında yüksek lisansı ilk başlatan BİLGİ’dir. Öyle ki daha YÖK’ün bunu düzenleyen hukuki bir çalışması yoktu. Biz kendi yönetmeliğimizi YÖK’e götürdük -o zamanlar ben rektördüm- YÖK de bunu beğendi. Elektronik eğitimi düzenleyen kuralların temelinde başta bizim yaptığımız bir çalışma var. Yeniliklere açık olmaktan kastettiğim bu. Öğrenci duyarlılığı, öğretim üyelerine saygı, fikri özgürlük ortamı, güvenilir bir bürokratik kadro hepsi bir araya gelerek bugünkü BİLGİ’yi yarattı.
Kurumsallaşma çabası da olmuştur. Şimdi önemli değişiklikler oldu ama, kendi dönemimde aşağı yukarı birçok yönetmeliği ben bizzat kendim kaleme aldım ki her iş kurala göre yürütülsün. Ve bu geleneği devam ettiriyoruz. Kamuoyunda saygı gören bir imajımız var. Bunu da şöyle bir örnekle açıklamaya çalışayım: Diyelim ki yurt dışından iyi bir kurumdan doktora almış bir genç Türkiye’ye gelip de, ‘Nerede çalışmak istiyorum?’ dediği zaman ilk akla gelen kurumlar arasında üniversitemiz de bulunmaktadır. Bu da bizim için tabii büyük bir zenginliktir. Yani iyi elemanları alabiliyorsunuz. Üstelik biz bu iyi elemanlara diğer bazı aile vakıflarının kurduğu üniversiteler kadar yüksek bir maddi imkan da tanıyamıyoruz. Buna rağmen insanlar bizimle çalışmak isteyebiliyorlar.
Bugün üniversitelerin yapmaya çalıştığı uluslararasılaşmayı BİLGİ en baştan yaptığı için kazandı sanırım.
Evet, baktığınız zaman, bugün öğrenci değişim programlarında yabancı öğrencilerin en çok gitmek istediği kurumlar arasında BİLGİ dikkati çekiyor. Avrupa Merkezimiz çok başarılı. Diğer bölümler de hep uluslararası ilişkilerini geliştirmeye çalışıyorlar. Bu tabii ki çok önem verdiğimiz ve bizi zenginleştiren bir bağdır.
“Mezunlar kurumun gelişmesine katkı sağlayabilir”
Zamanında hep “ODTÜ’lüler birbirini tutar”, “İTÜ’lüler birbirini tutar” denirdi. BİLGİ’liler arasındaki bu bağı nasıl görüyorsunuz?
Mezunlar Derneği ile iç içe olduğunuz için bunu siz daha yakından takip ediyorsunuz. Ben sadece şunu söyleyebilirim: Bazen bir yere gittiğiniz zaman karşınıza bir BİLGİ’li çıkıyor. Bu bir sevinç ve gurur kaynağı oluyor benim için. Çok mutlu oluyorum. Daha önce Siyasal Bilgiler ve İktisat Fakültesi’nde çalıştığım için, devlet dairelerine gittiğim zaman hep o dönemlerden tanıyanlar çıkıyor. Şu anda bazı bakanlar da dahil olmak üzere, valiler, belediye başkanları öğrencilerimdi. Bu öğrencilerim devlet hizmetine yönelmiş bir tür öğrenci grubuydu. Şimdi BİLGİ’nin öğrenci grubu çok daha geniş bir alana yayılmış vaziyette ve onlarla karşılaşmak, onların önemli görevlerde olduğunu görmek bizler için çok büyük sevinç ve mutluluk kaynağı. Tabii, mezunlarımız aynı zamanda birbirlerine yardımcı ve destek olma duygularını devam ettirebiliyorlarsa, bu memnuniyet vericidir. Benim temennim mezunlarımızın bu kurumun gelişmesine katkıda bulunmak için gayret göstermeleri. İleride belki imkanları geniş olacak, burslar verebilirler. Araştırma ve uygulama merkezlerin finansmanına katkıda bulunabilirler. Çünkü toplumumuz sadece devletin ya da sadece alınan okul harçlarının yarattığı imkanlarla değil gönüllü olarak kurumlara yöneltilen kaynaklarla da ilerlemek ihtiyacını hissediyor.
Mezunlar ile görüşüyor musunuz hocam?
Tabii. Elektronik dünyada yaşadığımız için iletişim kurmak çok kolay. İşi olan veya söylemek istediği bir duygusu, bir mesajı olan herkes her zaman istediklerine ulaşabiliyor. İstisnai olarak temaslarımın daha sık gerçekleştiği arkadaşlarım da var. Bunun en canlı örneği de hali hazırda Washington’da yaşayan Cenk Sidar’dır. Orada çok başarılı bir danışmanlık şirketi kurdu. İstanbul’a gelince beni arar. Washington’da karşılaştığımız da olur bazen.
BİLGİ’nin geleceği için hayal ettiğiniz bir şey var mı?
BİLGİ iyi bir gelişme gösterdi. Aslında yeni alanlara da giriyoruz. İtiraf etmeliyim ki üniversitemiz o kadar gelişti ki ‘Hangi alanlar var?’ derseniz ben hepsini size sayamam. Benim ümidim bu gelişme sırasında BİLGİ’yi BİLGİ yapan insanlara değer verici, fikir özgürlüğüne saygılı, güçlü bürokrasisi olan yapının korunması. Hızlı gelişme çoğu zaman bu tür değerlerin korunmasını güçleştiren bir süreçtir.
Hocam, gelelim biraz dedikodu kısmına :) “İlter Hoca’nın sorduğu sorulara cevap vermek imkansızdır” diyorlar. Öyle mi gerçekten?
Olay sanıldığı kadar karmaşık bir olay değil. Ben öğrenci arkadaşlarımın dikkatlerini bir yandan canlı tutmak bir yandan ilgisini ve derse katılımını sağlamak için sorular sorarım. Ders, bir öğrenme egzersizi olduğu için arkadaşlarımızın şikâyetçi olduğu soruları anlamakta ve cevaplamakta güçlük çekmeleri gibi hususlar, esas itibariyle onların düşünmelerini tahrik etmek içindir.
Şikâyetten öte, “İlter Hoca’nın dersine girip çıktıktan sonra zihnim açıldı”da deniliyor.
Böyle düşünülüyorsa ben sadece memnun olurum. Çünkü amaç budur zaten. Şimdi bu tecrübe yaşanırken belki bazı arkadaşlarımız herkesin önünde konuşmaktan çekiniyorlar. Sonra belki dersleri İngilizce yaptığımız için İngilizce’den yana sıkıntısı olan arkadaşlar vardır. Ama esas amaç onları dersin bir parçası yapmaya ve düşünmeye sevk etmektir. Bu da ‘Söyle bakim çocuğum şu olay hangi tarihte cereyan etti!’ gibi bir soru sormaktan ziyade, tartışmaya, yorum yapmaya müsait sorular sormaya yol açıyor tabii.
Röportaj: Pınar Karahan