Ezberbozan akademisyen

Türkiye’de bilim kurgu edebiyatı ve fantastik edebiyat denince akla gelen ilk isim olan Yrd. Doç. Dr. Bülent Somay, son çalışması  Cinselliğe Dair vazgeçmemiz Gereken 100 Efsane ile yine yerleşik kalıpları yerle bir ediyor. 

Yrd. Doç. Dr. Bülent Somay BİLGİ’nin en sevilen hocalarından. Öğrencilerinin her birinin gözünde bu sevginin bir yansımasını görmek mümkün. Ve bu karşılıksız bir sevgi değil, zira Bülent Hoca’nın röportaja başlarken tek bir şartı vardı: eğer bir öğrencisi gelirse röportaja ara verecektik. Neyse ki, gerekmedi ve Bülent Hoca’yla kesintisiz ve tadına doyumsuz bir sohbete imza attık. Kadın-erkek ilişkisi ekseninde yaşama dair ne varsa konuştuk ve elbette sohbete bizi buluşturan BİLGİ serüveniyle başladık.

Ne zamandır BİLGİ’de öğretmensiniz?

2000 yılına Murat Belge, “bize bir ders versene” dedi geldim ve “psikanaliz ve edebiyat” dersi verdim. Çok hoşuma gitti. İkinci dönem bir de bunun yanına “ütopya” dersi vereyim dedim. Onu da açtık. Sonra devam ettim. 2003 yılından itibaren kadroluyum. “Psikanaliz ve Edebiyat” 16 senedir verdiğim bir ders ve daha çok dersim var. Direktörlük yapabilmek için dönem başına üçe düşürdüm. BİLGİ’de 16. yılım, fulltime olarak 13. yılımı doldurdum.

BİLGİ’yi sizin için vazgeçilmez kılan nedir?

Jale Parla ve Murat Belge. 83’te akademik hayattan ümidimi kesmeme neden olan şey -YÖK’ün üniversite üzerindeki aşırı gücü- burada pek yok gibi görünüyordu ve haklı da çıktım. Uzunca bir süre bunu hissetmeden yaşadım. Ama şimdi hissediyoruz. Zaten Türkiye’de herkes hissediyor, YÖK’ten kurtuluş yok, nefes alacak alan da yok üniversitelerde ama artık işin içine girdik bir kere, “kızdım, bırakıyorum” diyecek hali de yok kimsenin, o yüzden başa çıkabildiğimiz kadar devam edeceğiz.

Vakıf üniversitesinde ders veriyorsunuz?…

Türkiye’de şöyle bir yanlış anlama var, özel sektör kötüdür devlet iyidir. Çünkü özel sektör kapitalisttir devlet de sosyalizme bakar. Bu dünyanın en yanlış tespitlerinden biri. Kapitalist bir toplumda devlet de kapitalisttir. Kapitalistin kim olduğu değişir. Birinde bir şahıs, vakıf ya da kuruluştur, ötekinde devlet ve devletin atadığı bir takım yöneticilerdir. Fakat bu ikisinin de kapitalist olduğu gerçeği değişmez. Emeğinin karşılığını alan bir işçiyim ben burada, kardan pay almıyorum. Hiçbir işçiyi niye Bosch’ta çalışıyorsun diye eleştiremeyeceğimize göre… Bu sistemde işçi olduğumuz sürece hepimiz bir kapitalist için çalışıyor olacağız zaten.

Son çalışmanız “Cinselliğe Dair Vazgeçmemiz Gereken 100 Efsane” adlı kitabınızdan bahsedelim mi biraz da, nedir bu efsanelerin en meşhuru?

Erkeklerin beyni daha büyüktür. Gerçekten maalesef öyle, bütün tartılar öyle söylüyor. Kütle olarak sanırım 123 gr. daha büyük, ama bu hiçbir şeyi değiştirmiyor. Ne erkeği daha zeki yapıyor ne daha uzun ömürlü ne de hafızalarını arttırıyor, hiçbir faydası yok. Ama biz 19. yüzyıldan beri bu ölçülerle övünüyoruz. Efsanelerden biri bu. Bir beynin diğerinden daha fonksiyonel, daha anlamlı oluşunun ipucu o beyinde oluşan sinaps sayısıdır yani nöronlar arasında kurulan elektriksel bağlar. Ortalama bir insan beyninde buradaki sinaps sayısı yaklaşık evrende var olan parçacık sayısı kadar olduğu için -yani çok fazla- rakamla ifade etmemiz bile zor, 123 gr fazlanın eklediği sinaps sayısı çok artı 1, yani hiçbir anlamı yok. Hiçbir fark yaratmıyor, var diyenlere inanma onlar erkek.

“Kız öğrenciler daha başarılı”

Sorun şu erkekler içinde çok küçük bir grup var ki onlar en başarılı, o yüzden erkekler hep daha başarılıymış gibi görünüyor. Ama o erkeklerin içindeki küçücük bir grup ve onlar hakikaten sosyopatik düzeyde başarı odaklı, kadınlarda bu daha az. Başaracağım hırsıyla ilerleyen kadın çok daha az, o yüzden o minnacık elite girmiyor kadınlar. O kadar büyük bir hırs, başarı odaklı kafa çalıştırma erkeklerde daha çok görülen bir şey, çünkü öyle büyütüldüler. Kızlar öyle büyütülmedi. Tam tersi: “iyi bir anne iyi bir eş ol yavrucuğum” diyerek büyütüldükleri için öyle bir hırsa sahip değiller. Ama olanları müthiş oluyor: Hilary Clinton, başarı odaklı hırstan gözü dönmüş kadın. Condelizza Rice, Margaret Thatcher, Teresa May, Merkel… Bizde Tansu Çiller, Pakistan’da Benazir Butto, böyle kadınlar var. Kadınlar da başarıya odaklanıp her şeyi sildikleri zaman gayet de iyi olabiliyorlar ama işte sayıları az. Ortalamaya bakacak olursak kadınlar daha başarılı. Şans da tanınmıyor zaten ama kadınlarda heves de az. Tüm belgeselleri falan da erkekler yapıyor, kadının başarısını öne çıkarılır mı hiç?!

Edebiyatta kadının yeri nedir, fantastik edebiyatta kadın nerede?

Fantastik öyle şanssız bir yerden başlıyor ki, kadın hiç yok nerdeyse. Zavallı Peter Jackson Yüzüklerin Efendisi’ni çekebilmek için romanda altı sayfa yer tutan Arwen’i karakter haline getirmek zorunda kaldı. Çünkü kadınsız bir üç filmlik diziyi Amerikan izleyicisi kabul etmeyecekti. Uydurdu adam. Fantastikte kadın nerdeyse yok, ama 60’ların sonlarından başlayarak oraya da gelmeye başladı. Kadın fantastik yazarları da var. İşin acıklı tarafı son zamanlarda yok. Bu yeni fantezi dizileri 10’ar 15’er cilt halindekilerde kadın pek yoktu (yazar da kahraman da) ama Game of Thrones’ta var. Cercei çok sağlam bir kadın karakter, tüm kötülüğüne rağmen. Martin o işi biraz becermiş, erkekler yazmış olsa da son zamanlarda güçlü, başına buyruk kadın karakter çok önemli bir yer tutuyor.

Bilimkurgu edebiyatında kadın?

Hangi bilim kurgudan bahsettiğimize bakmak lazım. Bilim kurgu çok uzun süre var olan aile yapısını, kadın-erkek ilişkilerini geleceğe yansıtarak yaşadı. Bunun da çok basit bir nedeni vardı: Bilim kurgu kendi başına bir tür olarak ortaya çıktığında genellikle 18-30 yaş arası inek, Amerikan pozitif bilim öğrencilerinin okuduğu ve yazdığı bir türdü. 60’ların başında aile yapısı, cinsellik, yasaklar sorgulanır oldu, o zaman bilimkurgu da sorgulanmaya başladı. Bilimkurgu “Başka bir cinsellik, başka bir birliktelik nasıl mümkün?” diye sormaya başladı ve belki de türün ilk ve en iyi örneği Ursula K. Le Guin’in Karanlığın Sol Eli oldu. Yani toplumsal cinsiyet farkının olmadığı tüm insanların hermafrodit olduğu, duruma göre birinin erkek biri kadın olduğu ama rollerin bir sonraki sefer değişebildiği… Ursula K. Le Guin tek bir örnek sadece…

Peki ya kadın kahraman? Kadın kahraman var mı sizce?

Kadın kahraman diye bir şey var, evet, hatta benim son 10 yıldır favori kadın kahramanım Salender’dir. Lisbeth Salender. Çünkü hiçbir erkeğe eyvallahı yok, en zor durumların üstesinden kendi başına gelir ve üstelik erkeklerin erkekliklerine meydan okur sürekli. Sadece fiziksel bir meydan okuma değildir bu. İlk kitapta, Ejderha Dövmeli Kız’da kendisine tecavüz eden adamın üstüne dövme aletiyle “ben bir tecavüzcüyüm” yazması, gerçek bir meydan okumadır. O yüzden kadın kahramanlar artık daha çok. Ama bizde yok, bizde kadın kahraman yavrusunu pek seven anne (!) Halbuki annelikle falan alakası olmayan ve kendisi için var olan kadın, bir sürü dizide ve romanda var. Kadınlar artık eskisi kadar vur ensesine al ağzından lokmasını yaratıklar değil. Bu durum kültürde bir değişime işaret ediyor.

Kadınlar “kahraman erkek” istemiyor mu?

Biz onları buna inandırmaya çalışıyoruz, saf olanları da inanıyor. Biz erkekler çok uğraşıyoruz, kadınlar inansın, kabul etsin diye. Bazı efsaneler vardır: “kadın büyük penisli erkek sever” Yoo! Sevmez aslında, ama biz, porno kültürü, buna onları inandırmak için var, iyi bir şey de değildir üstelik o cinsel ilişkiden hoş bir şey çıkmaz, ama biz kadınları buna inandırırız pek güzel. Kadın güçlü erkek sever, yeri geldiğinde “höt” diyebilen erkek sever, hikaye bunların hepsi, yalnız tabii hikaye diye diye sonunda gerçek oluyor.

“Aile kurumu çöküyor.”

Tüm bu aile içi tacizler, tecavüzler ailenin ne halde olduğunu bize gösteriyor. Aile kurumu zaten baba diye biri var olabilsin diye var. Babalık insanlık tarihinde çok geç bir tarihte ortaya çıkan uyduruk bir kurum. Babalık diye bir şey var olabilsin diye uygarlık tarihinin başından beri kadınlar üzerinde korkunç bir diktatörlük kurmak zorunda kaldı erkekler. Kadınları zorla tekeşli yapmak gerekti, babalık başka türlü olmaz. Roma hukukunda bunun maddesi vardır. Anne her zaman bellidir baba matrimonyum’un, yani evlilik sözleşmesinin işaret ettiği kişidir, aslında belli değildir. Bu belli olsun diye alınan bir dizi tedbir var, bu tedbirlerin en başında kadının birden fazla erkekle olabilecek cinsel ilişkisinin olabilecek en sert yöntemlerle yasaklanması gelir. Böyle bir akıl dışı yasak üzerine kurulmuş bir kurumun iler tutar tarafı yoktur. Şu kitabı yazmaya başlayıvereli bin kere falan söyledim: Aile birileri ona karşı mücadele ettiği için çökmüyor, çöküyor çünkü artık var olan kültür aile diye bir kurumu kaldırmıyor da ondan. Türkiye’de bile 100 evlenmenin 40’ı boşanmayla bitiyor. Ki burada dul kadına hangi gözle bakıldığını biliyoruz. Avrupa’da Amerika’da filan yüzde 70. Artık hiçbir aile sonsuz değil, çocuklar çok daha erken yaşta kendi başlarının çaresine bakar olmaya çalışıyorlar. 13-14 yaşında çocukların hamilelikleri giderek artıyor ve bunların çoğunluğu tecavüz değil. O doğan çocukların ne yapılacağı muamma çünkü hiçbir sağlam yapılı aile kurumunun içine yerleştirilemiyor o çocuklar, gidiyor aile.

Kadın biyolojik olarak çocuk doğurmak ister, aile kurmak ister derler…

Aile kurmayla ne alakası var, ama kadın bedeni belli dönemlerde çocuk doğurmaya yönelebiliyor. Bununla başa çıkan kadınlar var. Ben iki kere evlendim mesela, çocuk istemedik.

İki kere mi? Şaşırdım…

Niye canım?! Az mı çok mu?

Tüm bu anlattıklarınızla çelişmiyor mu?

Niye?! Özellikle evlenmemeye çalışmak da evliliğe fazla önem vermek. Benim umurumda bile değil, o yüzden rahatlıkla evlenebilirim. 1980 yılında darbe olmuştu, sevgilimle beraber yaşıyorduk, sayın muhbir vatandaşlar, evli olmayan çiftleri anında ihbar ederler, bu yüzden hemen gittik evlendik, Eylül’de darbe oldu biz Aralık’ta evlendik. O dönem bizim arkadaş çevremizden on çift falan evlendi. Hepimiz de belli bir süre sonra boşandık, sadece bir çiftin evliliği sürüyor. Şimdiki evliliğimde de altı yıldır beraber yaşıyorduk, sonra benim doktora için Londra’ya gitmem gerekti, Ezgi’nin “tier 4 vizesi” alması mümkün değildi, dolayısıyla evlendik ki o da vize alabilsin ve benimle aynı süre kalabilsin. Çünkü ikimizin de umurunda değildi, gerekmese evlenmezdik. Ama altı yıl oldu, hala devam ediyor, çünkü boşanmamız için de bir neden yok.

 

Aşk, beraber yaşamak, ortaklık, eşlik gibi şeyleri evlilik kurumuyla beraber düşünmeyelim. Ben ilk evlendiğimde evlilik cüzdanımı aldığımda gülmekten ölmüştüm, çünkü maliye bakanlığı veriyordu, şimdi içişleri veriyor. Eskiden parasal bir problemdi evlilik şimdi polisiye bir meseleye dönüştü.

 

Kitaba dönersek, erkeğin bakış açısı bu mu? Kitabınızda Cindy ve Temel’in ıssız ada hikayesinde olduğu gibi, erkek yaptıklarını anlatmak zorunda mı?

Bu cinsel ilişkinin sosyalliğini gösteriyor bize. Kadın çok anlatmaz. Erkekler kedigiller gibidir, işeyerek kendine iktidar alanı belirlerler. Anlatma da bizim işaretleme yolumuz. Bu kadın benim bilgisini vermemiz lazım sağa sola, kadında böyle bir işaretleme yoktur. O erkek bir sosyal prestij, bir şey sağlıyorsa kadın da anlatabilir, hiç yapılmayan bir şey değil ama erkek için problem sürekli o işaretlemeyi yapmak. Ve maalesef erkek için bir cinsel ilişki bile iktidar alanına sokar. Bütün şiddet olayları da buradan geliyor zaten. Oğuz Atay’ın “Ne Evet Ne Hayır” öyküsü tam da buna dair, çok güzel bir öyküdür. Duymak istemediği şeyi duymaz erkek. Sen istediğin kadar hayır de, duymayacak o. İşaretledi orayı bir kere. Bu erkekliğin patetik yapısını gösteriyor bize, hakikaten acıklı. Kendi ayaklarının üzerinde duran kadından kaçar erkek, onu işaretleyemez çünkü.

N’apalım bu adamları?

Bunun çözümü dayanışmadır. Erkelerle kadınlar arası dayanışmadır.

Konuşamıyorken bu nasıl mümkün olacak?

Konuşulacak erkekler var, konuşulabilecek kadın çok daha fazla var. Kadınlar için bu bir varkalım kavgasına da dönüştü. Ölüm kalım meselesi, öldürülüyorlar çünkü, adamla iki sene sevgili olmuşsun, adam seni terk etmiş, daha gencini bulmuş, öte yanda bir gözü de sende, sen bir şey yapma diye. Boşadın kadını bırak artık! Ama yok! “Hepsi benim, dokundurmam kimseye” diyor, böyle vaka çok.

“Erkeklik penisle olmuyor.”

Keşke öyle olsaydı, çok kolay olurdu hayat. Erkek derken penisten bahsetmiyorum ben erkeklik bir durumdur. O durumu yerine göre kadın da doldurabilir, tabii ki bir erkeğin doldurması tercih edilir, ama sistem için hiç fark etmez önemli olan erkekliği sürdürmektir çünkü. Kadınlığını kapıda bırakarak politikaya girmek zorundasın. Hilary kampanyasında kadın hakları deyip durdu ama onun kadın hakları dediği şey, kadın hakları filan değil. Hilary çok daha erkekti, o kazansaydı erkeklik kazanmış olurdu. Hilary’nin Bill’in oynaklıklarını falan affetme biçimi son derece erkekçeydi, aşağılayarak affetti. Bill’i tamamen hadım ederek affetti. Onun bütün itibarını aldı ve kendi üstüne giydi. Trump daha iyi, iyi ki trump kazandı demiyorum, yanlış anlaşılmasın, o daha çok duygusal ve histerik bir kadın gibi. Daha tehlikeli. Trump dönemi daha büyük facia olacak, facia facia üstüne. Karamsar günlerimde yakaladın beni. Politika fantastik edebiyat, bilimkurgu bunların hiçbiri diğeri olmadan konuşulacak şeyler değil.

 

Elde tutmak, ele geçirmek kavramlarını artık hayatımızdan tamamen çıkarmamız lazım. Yoldaşlık, eşlik, arkadaşlık gibi şeyleri öne çıkarmamız lazım.

Powered by Openmedia